13 Nisan 2011 Çarşamba

Tam Fotoğraflık!

Orhan Cem Çetin'in bu yazısını çok seviyorum.


Fotoğraf çekme, çektirme, çektirmeme, görme, yırtma dürtüleri üzerine bir deneme.


Fotoğraf camiasını nasıl bilirsiniz? Fotoğrafçı denilince gözünüzün önüne nasıl bir kimse geliyor? Birbirleri için fotoğraf çeken bir grup insan olabilir mi? Olabilir. Birçok ünlü fotoğrafçıdan oluşan, dolayısıyla kendisi de hayli ünlenen Salı Grubu, geçtiğimiz yıl içlerinden birinin, İsa Çelik'in portrelerinden oluşan bir sergi açmıştı, kendi kuyruğunu ısıran yılan misali.

Tabii hepimiz düşünmek zorunda kaldık. Fotoğraflar fotoğrafçılar için mi çekiliyor? Fotoğrafçılar birbirlerine göstersinler diye mi? Ya da sıradan insanlar çekip çekip fotoğrafçılara göstersin, onlar da parmak uçlarında yükselerek, "Güzel, güzel, özellikle şu kareyi kendime yakın buldum," desinler diye mi? İcazet almadan olmuyor mu? Yoksa icazet sadece adının başına "fotoğrafçı" hatta daha da iyisi "fotoğraf sanatçısı" yazdırmayı murat edenler için mi gerekiyor? En önemlisi bu icazeti kim veriyor? Hangi merci? Yarışma jürileri mi? FIAP haşmetmeapları mı? Kavuğu elinde tutan kimi duayenler mi yoksa?

Bakın son yıllarda fotoğrafçı kimliği taşımayan ama fotoğraflı işler yapan sanatçılar derin bir huzur içinde, gri skalanın eni ve boyu hakkındaki tartışmalardan ve teknik ustalıklarını kanıtlama hırsından uzak, dişlerini parçalarcasına sıkmadan, rahat rahat çalışıyor, ürünlerini nispeten rahat sergiliyorlar.

Şu baş belası "fotoğrafçı" yaftasından kurtulmalı mı acaba? Kurtulmadan asıl konuyu, yani fotoğrafın doğasını, gücünü, güçsüzlüğünü, erimini, özgül ağırlığını konuşabilmek pek mümkün görünmüyor.

Gelin şimdi hepimiz kavuklarımızı en azından bir süre için göz önünden kaldıralım ve öyle devam edelim. Zira aşağıdakileri konuşabilmek için düşünebilmek yeter de artar bile.

Fotoğraf şiir gibi, öykü gibi, arsenik gibi azar azar alınan bir şey değil. Daha çok mermi gibi, elektrik gibi bir şey. Seni bir anda ya çarpıyor, ya ıska geçiyor. Ama ıska geçen bir fotoğraftan da sonsuza kadar kurtuldum sanmamak gerek. Bumerang gibi geri gelebilir ya da aynı namludan bir başka serseri kurşun sizi beklemediğiniz bir anda, beklemediğiniz bir yerinizden vurabilir. Malum, İngilizce'de fotoğraf çekmek "shoot" sözcüğü ile ifade ediliyor. Yani ateşli silahlarla "vurmak" anlamına da gelen bir sözcükle. Türkçe'de de "tetik çekmek" ile benzeştiği için "çekmek" fiilinin kullanıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira fotoğrafçılığa ilişkin davranışlar içinde çekmeye dair hiçbir şey yok gerçekte. Kısacası, mermi analojisini daha önce de başkaları tarafından çokça yapıldığı gibi rahatlıkla kullanmaya devam edebiliriz.

Havaya ateş açanlar var. Çok sevinince, coşkulanınca, ya da korkutmak için. Vurmak niyeti olmadan. Aynısını fotoğrafla yapanlar var. "Çok coşkulandım, hemen bir fotoğraf çekeyim," diye. Coşkunun fotoğrafını çekebilir misin? Mutluluğun fotoğrafını? Zor. Gerek de yok. Hazır mutluyken, ne uğraşıyorsun fotoğrafla motoğrafla? Bırak, tadını çıkart! O havaya sıkılan mermilerden ne canlar yanıyor, ne masum kanlar akıyor haberin yok mu? Bir düşünün, öyle bir coşku anında, o eşsiz coşkuyu taşıyor zannıyla çektiğiniz bir fotoğraf hiç mi baş belasına dönüşmedi sonradan? Albümlerden sökülüp makaslanan, lunapark dekorları gibi kafaları oyulan, ustalıkla dekupe edilen ama omuzda bir elin ister istemez can yakmaya devam ettiği
fotoğraflardan sizin de olmadı mı hiç?

Birkaç yıl önce ben de kişisel tarihime müdahale ederek birkaç ayakkabı kutusu dolusu fotoğrafı olabildiğince küçük parçalar halinde yırtıp, (Polaroid'ler hariç. Onlar yırtılmıyor, sadece eğilip bükülüyorlar. Polaroid fotoğrafların çevredeki meraklılara dil çıkararak dünyaya gelmeleri manidarmış meğer.) çözümü imkansız bir bilmece halinde karman çorman edip çöpe atmıştım. Çöp karıştıranları hesaba katmamışım. Ertesi gün, kişisel tarihimin reddettiğim kısımları bütün mahalleye yayılmıştı. Utanç içinde, umarım hepsini -çocukların parçalardan oluşturdukları son derece yaratıcı kolajları da bozmak pahasına- geri toplayıp bu defa kendi ellerimle uzak bir semtteki çöp konteynerine def(n)ettim. Henüz yolu bulup geri dönen yok. Ama fotoğraf bu. Bir sonra kime yanaşacağını, kimle sırnaşacağını bilemiyorsun ki.

Peki, neden çekilmişti o fotoğraflar? Neden fotoğraf çekmeden duramıyoruz? Şu anda başka kutuları dolduran başka fotoğrafları nasıl bir akibet bekliyor? Huzursuzlar mı acaba, biz de bir gün çöp kovasını boylarız diye? Yok, hiç sanmıyorum. Fotoğraflarda bir kedi iyimserliği var gibi. Adeta kime ait olacaklarına onlar karar veriyorlar. Hatta onlar kimseye ait falan olmuyorlar; siz, eğer izin verirlerse, onlara ait oluyorsunuz. Yukarıda aktardığım acı tecrübede görüldüğü gibi, ısrarcılar da. Kedileri de geri dönmesinler diye uzak semtlere bırakmazlar mı?

Evet, neden çekiliyor bütün bu fotoğraflar? "Fotoğraf endüstrisinin devleri" klişesinin işaret ettiği sarı ve kırmızı ve yeşil renkli markalar mı idare ediyor dünya fotoğraf trafiğini? Yoksa çok daha başıboş ve içgüdüsel bir "kaydetme" ihtiyacımız mı var? Zira bu kaydetme işini sadece fotoğrafla yapmıyoruz. Her yol mübah. Yeter ki kaydedelim. Aklımıza değil ama. Akıl uçucu. Akıl değişken, akıl ölümlü, akıl akıllı.

Akılsız ve ölümsüz mecralara ihtiyaç var. Tarafsız ve inandırıcı. Gerçi iyi bir şüpheciyi hiçbir şey ikna edemez ama, başka mecralarla birlikte fotoğraf bu işi iyi görüyor gibi.

Doğum günü pastaları sırf mumlar söndürülürken bir kare fotoğraf çekilsin diye yaptırılıyor, Paris'e sırf Eiffel'in önünde yoldan geçen bir yabancıya bir kare fotoğraf çektirilsin diye gidiliyor, insanlar sırf gelinlik/damatlık ile bir kare fotoğrafları çekilsin diye evleniyorlar adeta. Fotoğraflar "çıkmazsa", bütün bunlar yaşamımızdan çıkıveriyor. Doğum günü kutlanmamış, Paris'e gidilmemiş, hiç o insanla evlenilmemiş oluyor. Daha kötüsü de başınıza gelebilir. Bir yangında tüm fotoğraflarınız yok olursa, siz hiç yaşamamış oluyorsunuz. Hatırlamak yeterli değil. Diyelim ki kendinizi ikna ettiniz o bebeğin gerçekten doğduğuna, o golün atıldığına, o yolculuğun yapıldığına, o ameliyatın olunduğuna. Ya bizi nasıl ikna edeceksiniz? Topladığınız sinema biletleri, kuş tüyleri, gazoz kapakları, böbrek taşları, markalı kağıt peçeteler ve daha bir sürü ıvır zıvır bizi ikna eder mi sanıyorsunuz?

Mümkün değil. Fotoğrafın yeri bambaşka. Polaroid'ler veya şimdilerde önizlemeli digital fotoğraflar çekildiğinde, fotoğrafta görünen insanlar hemen toplaşıp kendilerine bakıyorlar. Birkaç saniye önceki görünüşlerine. Yani unutmaya bile fırsat bulamadan. Hemen. O anda, anında. Yahu, o sensin zaten ve oradasın. Daha deklanşör soğumadı. Henüz bir hatıradan söz edilemez. İçindesin o anın hala. Ama mesele başka. Kurşun bir kez sıkıldı. Artık elimizde boşluğa fırlatılmış bir görünüş var. Atsan atamazsın, satsan... belki satarsın, neyse. İnsanlar bir saniye önce çekilmiş olan fotoğrafa bakar ve memnun olup olmadıklarına karar verirler. Şiddetli duygusal tepkiler verirler. Asla kayıtsız kalamaz, durumu sükunetle karşılayamazlar. Fotoğrafın akılsız ve ölümsüz oluşundan için için rahatsızdırlar zira. Akılları sıra fotoğrafları terbiye edecek, onların sonsuz hayatlarına yön vereceklerdir. Bunun imkansızlığını pekala bilirler. Bir fotoğrafı ya reddedersin, ya onu kabul edersin. Ama bir fotoğrafı terbiye edemezsin. Etsen de için içini kemirir, ömrün boyunca o hayalet peşini bırakmaz. Senin ve diğer tanıkların.

İnsanların fotoğrafla kendi gündelik yaşamlarında böylesine derin, vazgeçilmez ve duygusal ilişkiler içinde olmaları, onların başkalarının çektiği fotoğraflara bakışlarını da etkiliyor ister istemez. Şu her bir fotoğraf için yaşanan kabul-red ritüelinin farkındalar en azından. Önlerine kadar gelen her fotoğrafın bir ön elemeden geçtiğinin çok iyi farkındalar. Fotoğrafın kendisinin akılsız, ama onu kabul ya da reddedenin akıllı olduğunun bilincindeler.

Bu da insanları kendi çektikleri ya da çekildiğine tanık oldukları fotoğraflara karşı güvenli, diğerlerine karşı şüpheci yapıyor. Hele günümüzde.

Bana soracak olursanız, ben kedileri oldum olası severim ama onlara evimi emanet edecek kadar güvenmem. Kendi doğurduğum bir kediye bile kefil olmak istemem.

Bunun tek bir istisnası var gibi görünüyor, o da kedinin sanatçı olması. O zaman siz de rahatlıyorsunuz, kedi de. Peki, şimdi bu ne demek oluyor?

İsterseniz, başka bir yazıda tartışalım işin o kısmını da, ya da hepten unutalım gitsin, nasıl olsa bir yerlerde fotoğrafı var.




Yeri, yurdu, fotoğrafçısı ( ya da fotoğrafçıları), atı ve süvarisi bilinmeyen iki fotoğraf. Şimdilik beni seçmiş bulunuyorlar. 

OCÇ, Ağustos 2002

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder