26 Nisan 2011 Salı

içimde deniz olsan


Ocean Wave 2, Long Island, New York, 2007 

Photo © Paul Bobko

Yazı yazasım da gelmiyor 
bazen
susmak daha iyi.

24 Nisan 2011 Pazar

Dünya İğne Deliği Günü

Bugün öyle güzel bir günmüş ki;
hem dünya iğne deliği günüymüş hem de dünyanın en güzel insanlarından biri doğmuş. İyi ki doğmuş, doğmuş da gelmiş tanışmışız. O anaya babaya aşka teşekkürlerimi sunuyorum.


Gelgelelim iğne deliği konusuna. Birkaç haftadır Gökhan'la iğne deliği günü yapalım, ilgilenen yapmak isteyenler de gelsin diye konuşuyorduk. Dünya iğne deliği günü münasebetiyle de bugün yaptık sonunda.
İlgi beklediğimizden fazlaydı. Herkes kendi iğne deliğinden fotoğraf makinesini yaptı, daha sonra da çekime çıktık.
Çok uzaklaşmadan okul içinde bir yerleri çektik. Ben okuldaki uçağı çekmek istemiştim. Ancak kutumu uygun bir açıda yerleştirecek yer bulamayınca vazgeçtik. İyi ki de vazgeçmişiz. 
Çünkü daha sonra kütüphane önünde günün anlam ve önemine uygun aşağıdaki hatıra fotoğrafını çekindik.


Çekim öğleden sonra, kısmen kapalı bir havada yapıldı. 15 sn pozlama


Herkes fotoğrafını çektikten sonra odaya gittik ve ilk defa pozitif banyosu gördüm.
Böyle büyülü bir şey yok! Gözlerinin önünde o beyaz kağıtta bir anda oluşan görüntü...
Gerçekten mükemmel. Tanımlamakta yetersiz hissediyorum kendimi, ondan uzatmasam daha iyi.
Ama her gün
hem de her gün pozitif banyosu yapmak istiyorum!


Kağıdımız azaldığından herkes ikişer tane çekti. Aşağıda da çektiğim diğer fotoğraf var. UHUZAM'ın oradaki bir uydu (30sn pozladım. Akşamüstü saat 6 civarı çekildi.) Kontrastı biraz fazla ama ben seviyorum.



Ekleme:
Bugün birinin pinti-ol benzeri söylediği bir şeyi duyup "uuf artık herşeyi pinhole gibi duyuyorum" diye dile getirdim.
Bunun üzerine zaten iğne deliği topluluğumuz için hoş bir isim arayan bizler "aa pin-T-hole (pintihol) olsun o zaman" dedik. 
En son noktayı da Gökhan koydu.
Bizler, çaya konulan tomurcuk kutularının pinhole(iğne deliğinin ta kendisi) yapımı için mükemmel olduğunu düşünüyoruz ve bunun üzerine pinTEAhole üredi.
Böyle.

23 Nisan 2011 Cumartesi

İğne deliği demişken...



Yukarıdaki fotoğraf, yaptığımız ilk kibrit kutumuzdan çıkanlardan... Karaköy'deki Ziraat Bankası binası.
Yazısı pek yakında...
Çok deneysel çalıştık, çoook.


Aşağıda da "aa fazla pozluyorum aman!" korkusuyla 'shutter' a atlamak konulu bir fotoğraf görüyorsunuz.
Arkada Sirkeci'deki PTT binası.

20 Nisan 2011 Çarşamba

sıcak - soğuk

Self Portrait as a solitary trekker, 1985 
Paper size  : 45x61cm. (18x24")
Image size : 24x56cm. (9x22")
archival pigment ink on cotton rag paperedition of 10 + 1 AP



Saat 2'yi geçiyor. Cumartesi gecesinden beri 4'ten erken yatmıyorum.
Yatıyorum ya, uyku tutmuyor. Kalkıyorum. Oturuyorum. Dolanıyorum. Birşeyler okuyorum.
Sonra kitabın en tatlı yerinde göz kapaklarım ağırlaşıyor. Dalıyorum bir süre. Sonra uyanıp okumaya devam ediyorum. Yine uykum gelirse bilgisayarı açıyorum, o da uykumu açıyor.


Bu fotoğrafı bugün, bu saatte, ilk defa görüyorum.
Fotoğraf Nuri Bilge Ceylan'a ait. Ne kadar şiirsel, duygu yüklü. Bir yandan japon mangalarını andırıyor bana.
1985 yılına aitmiş.
Ne kadar boş, bir o kadar da dolu bir fotoğraf.
Kadrajın tam ortasındaki adam biraz rahatsız ediyor beni. 
Sanki iliştirilmiş oraya. Takılıp kalmış, gidemiyor gibi.
Yolun ortasındayken, bir anda farketmiş gibi
-yalnızlığını.
Ben olsam durmam, giderim.

Herşey içiçe sanki.

Arayış, doğa, yol, yolculuk, kayıp.
Huzurlu, sonsuz bir yalnızlık.

Ed Kashi söyleşisinin ardından

Geçen cumartesi Galata Fotoğrafhanesi'nde olacak Ed Kashi söyleşisine gittim.
Basın fotoğrafçılığının önemli isimlerinden olan Ed Kashi aynı zamanda VII Ajansı fotoğrafçılarından.


Kısa bir sohbetin ardından Ed Kashi kendi fotoğraf projelerini ve çoklu medya çalışmalarını gösterdi.
Kendini 'hikaye anlatıcısı' (story teller) olarak tanımlayan Ed Kashi yalnızca fotoğraf çekmiyor. Hikayesini anlatmak için elinden gelen herşeyi yapıyor, farklı teknikler kullanıyor. 
Aynı zamanda video çekip, ses de kaydettiğini, çalışmalarına ihtiyaç olduğunda başkalarının da dahil olduğunu ekliyor.


Fotoğraf üzerine yapılan çoklu medya çalışmalarını başarılı oldukları sürece seviyorum (ör: Magnum in motion). Ed Kashi'ninkileri de beğendim. Ama aynı zamanda bir huzursuzluk da yarattı.
Sanırım bunun nedeni, şu zamana kadar izlediğim çoklu medyalara benzemiyor oluşuydu.
Bir olayı/anı/eylemi anlatmak için bir veya iki fotoğraf kullanmak yerine, arka arkaya çekilmiş 7-8 belki 10 fotoğraf vardı kimi çalışmalarında.
Bu da biraz korkuttu beni. 


Ed Kashi hikaye anlatmak istiyor. Eskiden de yazar olmak istiyormuş. Ancak bu konuda başarısız olduğunu farkedince hemen yön değiştirmiş ve fotoğrafa yönelmiş. 


Onun için önemli olan anlatabilmek.  Söyledikleri ile çalışmaları birbirini tutuyor.  
Bu doğrultuda hangi teknikleri kullandığı pek de önemli değil aslen. Yine de sürekli görüntü bombardımanına tutulduğumuz günümüzde bu durum beni endişelendiriyor.


Çoklu medya - fotoğraf karşılaştırılması yapıldığında, çocuklarını örnek gösterdi.
Bir gün kendi çocukları ve çocuklarının arkadaşlarını alıp bir müzeye götürmüş. Çocuklar müzedeki fotoğraflara bir dakika olsun odaklanamamışlar. Ancak müzenin bir başka bölümünde gördükleri hareketli/akan görüntüler hemen dikkatlerini çekmiş ve uzun süre ilgilenmişler.


Kendisi bu durumu eleştiriyor mu tam olarak anlayamadım. Konuşurken daha çok durum analizi yapar gibiydi. Bir nevi "elimizdeki bu bu" şeklinde bir yaklaşımdı sanki.
Fotoğrafa, durağan olana ilgi azaldı. Artık çağ teknoloji çağı, hız çağı, televizyon izlenilen çağ.
"Ondan eğer kişiler fotoğrafa bakıp anlamıyorlarsa, düşünmüyorlarsa, zaman harcamak istemiyorlarsa, onlara ne olursa olsun hikayeyi anlatmak için başka yöntemlere başvururum ben de." der gibiydi.
Teknolojinin sürekli olarak geliştiği bir zamanda yaşadığımızı ve eğer bu akışa uyum sağlamazsak yalnızca dışında kalınacağını ve yine her şeyin akıp gideceğini söyledi.


Bunun üzerine sessiz kalmam mümkün değildi. Tabi burada konuşulanların bir kısmını iletiyorum ancak genel kafa yapısı olarak Kashi'yle çok farklı değiliz. 
Yine de çoklu medya ve akan görüntüler ile bu hıza uyum sağlamış oluyor ve bu da bahsettiğim görüntü bombardımanına bir katkı gibi geliyor.


Fotoğraf yavaştır.
Fotoğraf düşünmeni ister. Emek ister. Yavaşlık ister.
Fotoğraf hissetmeni ister ve hissettirir.
Ondan,
vurucudur. Kalıcıdır. Büyülüdür.


Akan görüntü ise, o an belki büyüler. Belki etkisi bir saat veyahut gün boyu sürer. Ancak durağan olan fotoğraf kadar kalıcı değildir. Uçaar, gider.


Elimden geldiğince bunları anlatmaya çalıştım. O da geçmişten örnekler verdi.


Vietnam Napalm Girl, Nick Ut 


Nick Ut'un 'Vietnam Napalm Girl' ve Eddie Adams'ın 1968'de Vietnam'da çektiği kafasına kurşun sıkılan adam fotoğrafları, tarihe damgasını vuran fotoğraflardandır.
Bu fotoğraflar çekilirken aynı zamanda kameralar da varmış. Ancak hiç kimse o görüntüleri(videoları) hatırlamıyor.
Hatırlarda kalanlar yalnızca fotoğraflar.
Etkileyici,
vurucu olanlar.


Vietnam Execution, Eddie Adams


Kashi de farklı düşünmemesine rağmen insanların ilgisini çekebilmek uğruna yöntemin çok önemli olmadığı kanısında sanırım.


Bana kalırsa çoklu medya ve fotoğraf çok farklı alanlar. İkisi arasında bir tercih yapmak gereksiz.
Tek çekincem herşeyin böyle hunharca tüketildiği çağımızda fotoğrafın biraz daha değer görebilmesi ve kalıcı olması.


Ed Kashi'nin web-sitesinden çalışmalarını görebilirsiniz: http://www.edkashi.com/
VII Ajansı: http://www.viiphoto.com/feature.html
http://assets.aarp.org/external_sites/caregiving/multimedia/LifeWithHerbie.html

17 Nisan 2011 Pazar

Sergi: "...ve görülecek diğer şeyler " / bandrolsüz#3

Dün "...ve görülecek diğer şeyler " adlı serginin açılışına gittim.
Sergi alışılmışın tersine, oldukça farklı bir mekandaydı. 
Yeri itibariyle de, kötü başlayan cumartesi sabahıma renk katıp moralimi yerine getirdi biraz. Fotoğrafları gördükten sonra da gelmekle doğru bir hareket yaptığımı farkettim..
Sergi, Unkapanı'nda bulunan İMÇ çarşısı 5. blokta. 
Kendilerini bağımsız güncel sanat mekanı olarak tanımlayan mekanın adı, çarşıdaki her dükkanın sahip olduğu numaraları kullanmayı tercih etmiş ve sade bir şekilde 5533 olarak tanımlamış kendini.
Hal böyle olunca ve ben galeri adreslerini yazdığım kağıdı evde unutunca başladım 5.blokta dolanmaya. Daha sonra anne yardımıma koştu ve söyledi adresi. Ancak kağıda da 5333 şeklinde geçiren ben, yalnızca bir kumaş dükkanı bulabildim önce. Daha sonra yardım etmeye pek meraklı halkımız sağolsun (sormadığım halde casusvari bir şekilde birbiriyle haberleşip bana bir şeyler anlatmaya çalışan 5 kişi), arkamdan koşan çaycı bana doğru yeri gösterdi. 
Bu sırada Beril'le de konuşup doğru numarayı öğrendiğim için çaycıya güvendim ve yeri buldum.
Küçük maceramı anlattığıma göre artık sergi hakkındaki görüşlerimi yazabilirim.


fanzinleri incelerkenki bir fotoğrafımı buldum:)


Sergide Alphan Nukan, Aslı Narin, Eylül Aslan, Irmak Altıner, Mert Şahbaz isimli sanatçıların fotoğrafları bulunuyordu.
Tabi sergi açılışlarına genelde eş-dost geldiği için, eğer ki sanatçıları sima olarak tanımıyorsanız bulmakta zorluk çekebiliyorsunuz.
Neyse ki ben birini fotoğrafları hakkında yorum yaparken farkettim ve konuşabildim. (az önce bir başka sergi açılışı hakkında yazdığım yazıyı etiketledim ancak bu açılış öyle değildi. Gayet samimi ve hoş bir ortam. İnsanlar da konuşulabilirdi. Belki önceki de öyleydi ve yalnızca benim önyargımdı. Bilemiyorum...)
Özellikle de merak ettiğim bir fotoğrafın sahibi olduğundan konuşup merak ettiklerimi sorabildim. 


Bahsettiğim sanatçı, Eylül Aslan. 
Ne yazık ki takıldığım fotoğrafı  Eylül'ün flickerında bulamadım. Aynı şekilde takılma sebebim olan Jean Mohr'un fotoğrafını da bulamadım. 
Şu sıra okuduğum 'anlatmanın başka bir biçimi'  (kitap değerlendirmesi daha sonra gelecek) adlı kitaptaki Jean Mohr'un ağaç arkasındaki adamına çok benziyordu (ileride tarayıp koyarım unutmazsam). Bu nedenle o fotoğrafı daha önce görüp görmediğini, gördüyse ne gibi bir düşünceyle çektiğini merak ettim.
Tabi sorum nasıl bir hissiyatla bu fotoğrafı çekmiş olduğuydu... :) Daha sonra da diğer fotoğrafı tanımladım.
Eylül'ün fotoğraflarında genel bir 'kesiklik' var. Fotoğrafta insan varsa onun kolunu bacağını kesmek, veyahut yüzünü gizlemek, bir şekilde tamamını göstermeme durumu mevcut.
Bunu yapmasının nedeni ise, özellikle Türkiye'deki insan profiline ve toplum baskısına gönderme yapmakmış. Kişilerin gerçek kimliklerini gizlemeleri, toplumdan gelebilecek tepkiler veya başka çekincelerle kendilerini tam olarak ifade edememeleri, istedikleri gibi davranamama ve istediklerini giyememe vb. durumlara göndermeler... Kişiler kendini saklıyor, 'tam' değiller hissiyatıyla fotoğralarında da yüzleri örtüyor, modellerini yarım gösteriyor.

Aşağıda Eylül'ün sergide olan birkaç fotoğrafını paylaşıyorum. Ama ağaç arkasındaki adam için gitmeniz gerek :)   






Diğer sanatçılarla konuşma fırsatı bulamadım. Biraz da sıkışık bir günüm olduğu için aramadım açıkçası.


Mehmet Şahbaz fotoğraflarını eski, birbirinden farklı ve değişik boyutlarda vintage tarz çerçevelerde sergilemeyi tercih etmiş. Fotoğrafları hoşuma gitti. Abartısız, basit ve sade, sıradan anlardı. 


Irmak Altıner'le de konuşmayı isterdim. Hem fotoğrafları hem de sergileme tarzı ilginçti çünkü. 
Baskıyı alüminyum lama üzerine yaptırmayı seçmiş. Ve sanırım bununla ilk defa karşılaştım. S/B fotoğraflarla iyi bir uyum içerisindeydi, hoşuma gitti.


Uzun zamandır çağdaş sanata maruz kalan bünyem için iyi bir aydınlanmaydı.
Fotoğrafçıların çalışmaları ve seçkilerin bağımsız oluşu, bununla birlikte her sanatçının kendinden birşeyler katarak fotoğraflarını sıradan sergilerin tersine farklı şekillerde sunması da renk katan bir başka unsurdu.
Serginin ayrıntılarını buradan görebilirsiniz. 
Gidip görmenizi tavsiye ederim.


*Ed Kashi ile söyleşi hakkında yazı da yakında gelecek.

15 Nisan 2011 Cuma

İğne Deliği

İlk iğne deliği makine yapma deneyimime saatler kaldı.
Bi heyecanlandım böyle. Çok yorgunum aslında uykum vardı ama çeşit çeşit olsun diye kutu aradım evde, sonra da okumaya daldım.
Bunları da buraya yazayım dedim. Bakalım nasıl sonuçlar alacağız?


Gökhan pozitifle yapalım diyo. Ben negatifle de denemek istiyorum, bunun gibi.
Bi de multi-hole yapsak. Uf süper olur. Hadi güneş doğsun. Ama önce uyuyayım.

Camera Obscura



Latince'de "kamera" "oda", "obscura" da "karanlık" anlamlarını taşır.
Güneşli bir günde, üzerinde minicik bir deliği olan bir odadan girdiğinizde, deliğin karşısındaki duvar yüzeyinde bir görüntünün oluştuğuna tanıklık edebilirsiniz. Bir sihir gibi görünmekle birlikte bu oluşum, eskiden beri bilinen basit bir fizik kuralına dayanır. Doğru boyunca yol alan ışık yansıtıcı bir objeye çarptığında, bazı ışık ışınları geri yansır. Yansıyan ışık ışınları çok ince bir malzemeden yapılmış çok küçük bir delikten saçılmaksızın geçebilirler.

Bu ışık ışınları deliğe paralel tutulan bir yüzey üzerine düşürüldüklerinde yansıtıcı cismin ters bir görüntüsü elde edilir.
Çinli filozof Mo Ti, objelerin ışığı her yönde yansıttığının farkında olarak, çok küçük bir delikten geçen ışığın yarattığı ters görüntüyü, yazılarına M.Ö. 5. yüzyılda kaydeden ilk kişi. Yine bir Çinli, Yu Chao-Lung, 10. yüzyılda, bir tür tapınak olan pagodaların mimari modelini, bir perde üzerinde görüntüler oluşturmakta kullanır. Ancak, bu gözlem ve deneyler görüntünün oluşumuna ilişkin geometrik bir teori oluşturulmasına yetmez.M.Ö. 4. yüzyılda, Aristoteles "Problem" adlı çalışmasında iğne deliği de denilen küçük bir delikten elde edilen görüntünün oluşumunu yorumlamaya çalışarak; güneş tutulmasıyla ilgili sorularına yanıt arar ama doyurucu bir açıklama getiremez. 10. yüzyılda yaşamış, Alhazen adıyla da bilinen Arap fizikçi ve matematikçi İbn Al-Haitam birbirinden farklı üç mumu belirli bir biçimle düzenleyerek, üzerinde küçük bir delik bulunan bir perdeyi duvarla mumlar arasına yerleştirir. Işıkla düzenek arasındaki etkileşmeyi incelediği deneyin sonunda Alhazen, görüntünün sadece küçük delikten geçen ışık yoluyla biçimlendiğini ve sağdaki mumun, duvarın sol tarafında bir görüntü oluşturduğunu notları arasına kaydeder, diğer yandan da ışığın doğrusallığını algılar. Alhazen'in bu çalışmaları 13. yüzyılda Avrupa'da değer bulur. Aristoteles'ten yaklaşık 1000 yıl sonra, İngiliz filozof ve eğitim reformisti Roger Bacon, Arap yazmalarından öğrendiği "karanlık kutu"nun ayrıntılı bir tanımını yapar. Rönesans'ın büyük ustası Leonardo da Vinci, iğne deliği görüntü oluşumunu perspektifle ilgili çalışmalarında ".varsayalım ki, güneş, bir binayı, bir meydanı ya da doğal güzelliğe sahip bir alanı aydınlatsın. Böyle aydınlanan bir mekanın karşısında duran, gölgedeki bir evin duvarına minik bir delik açalım; işte o zaman aydınlatılan tüm nesnelerin görüntüleri ışıkla bu delikten taşınır ve evin iç duvarında ters olacak şekilde belirir." ifadesiyle tanımlar.Rönesans matematikçisi ve astronomu olan Paolo Toscanelli 1475 yılında Floransa Katedrali'nin penceresine bir delik açarak, deliğin çevresine bronz bir bilezik yerleştirir. Bu delikten güneşli günlerde geçen ışınlarla, güneşin Katedral'in zeminine yaptığı izdüşümü bugün bile görmek mümkün. Öğleüstü, bu görüntü Katedral'in zeminini bir "öğle işareti" olarak iki eşit parçaya böler. Katedral zemini ve "öğle işareti", o dönemlerde, saat yerine geçen zaman göstergeleri.
1580'de Papalık astronomları, Roma'daki Vatikan Gözlemevi'nde, Katedral'dekine benzer bir öğle işaretiyle bir küçük deliği (iğne deliği), 11 Mart kabul edilen bahar ekinoksunun Papa 13. Gregorius'un öne sürdüğü üzere 21 Mart olduğu iddiasını kanıtlamakta kullanırlar. İki yıl süren dikkatli bir izleyişin ardından Papa 13. Gregorius on günlük bir farkla Jülyen takvimini düzeltir; böylece bugün de geçerliliğini sürdüren Gregoryen takvimi yaratılır.Bir iğne deliği kameranın ilk resmi gökbilimci Gemma Frisius'un "De Radio Astronomica et Geometrica" adlı kitabında çizim olarak yer alır (1545). Astronom olan Gemma Frisius 1544'teki güneş tutulmasını incelemek üzere karanlık odasında iğne deliği kullanır. Camera obscura adıysa, 1571-1630 yılları arasında yaşamış, modern bilimin öncülerinden Johannes Kepler'in bulduğu bir isim. Onun zamanında bu ad ressamların manzara resmi yapmakta yararlandıkları mercekli bir deliği olan karanlık bir kutu, çadır ya da oda anlamına gelir. Mercek kullanımı görüntüyü daha parlak hale getirerek, görüntünün belli bir uzaklıkta odaklanmasına aracılık eder. Böylece kameranın bu türü Frisius'un 1544'te kullandığı araçtan farklı hale gelir. 1620'lerde Johannes Kepler taşınabilir bir camera obscura yapar. Çizimlerin de yardımıyla kısa sürede farklı biçim ve şekillerdeçok sayıda camera obscura üretilir. Bunlar o dönemlerin sanatçı ya da amatör ressamlarınca pek çok alanda yardımcı araç olarak kullanılır.18. yüzyıla gelindiğinde, camera obscura'lar yerlerini içinde ayna, önünde objektif bulunan fotoğraf makinelerine bırakmaya hazır haldedirler.

Shinichi Maruyama



Shinichi Maruyama, mürekkep ve su ile çalışan 1968 doğumlu bir Japon sanatçı.
Suyu havaya fırlatıp anlık görünümlerini P45 dijital kamera ile fotoğraflıyor.



Bir röportajından…
Eserlerinizde nihai bir performans anı mevcut, gerçi bu bütün resim ve heykeller için söylenebilir. Sonunda elde ettiğiniz ürün bir fotoğraf olduğu için, olayın ya da anın daha mı fazla farkındasınız?

Sanırım uzun yıllar sıvılarla yaptığım denemelerin ardından, son zamanlarda anın daha fazla farkındayım. Ancak sıvıyı havaya aynı şekilde kaç kez fırlatırsam fırlatayım, hiçbir zaman aynı sonuca ulaşamıyorum. Birbiriyle çarpışan sıvıların beklenmedik etkileşimleri beni büyülüyor, güzelliği beni benden alıyor.

İnternet sitesinden işlerini inceleyebilirsiniz; http://www.shinichimaruyama.com/

14 Nisan 2011 Perşembe

Tony Vaccaro

Tony Vaccaro, Örsan sayesinde keşfettiğim bir fotoğrafçı. Hikayesi oldukça ilginç.


1922 doğumlu olan Amerikalı Vaccaro, 1942'de 35mm olan ilk kamerasını alır ve bir sene sonra da orduya girer.
Liberatiion of St Briac 15th aug 19441944-1945 yıllarında II.Dünya Savaşı'nda amerikan ordusu için önce Normandiya daha sonra da Almanya'da savaşır ve savaş sırasında boş zamanlarında casus olarak fotoğraf çekmek için görevlendirilir. Savaş sırasında ve savaş sonrasında da bir sivil olarak 10.000'den fazla fotoğraf çeker.
Avrupa'daki savaşın sonunda bir gazetenin fotoğrafçısı olur ve sonrasında, Eylül 1945'te ordudan ilişiği kesilir.
1949'da Amerika'ya geri döndükten sonra Flair dergisinden önce Life ve Look için çalışmış.
İnternette pek fotoğrafını bulamadım. Ancak 2001'de "Entering Germany: Photographs 1944-1949" adında bir kitabı basılmış. Bulsam ne hoş olur.
St.Briac'ın Özgürlüğü, 15 Ağustos 1944

"Savaş, yıkım ve bunların anlamsızlığı için kanıt toplamak istedim. Kendi kendime fotoğrafın ne kadar iyi olacağı hakkında endişelenme, gözlerin onu gördüğünde yalnızca çek dedim. Karşısında olduğum fotoğrafları geceleri kasklarımızın içinde develop ettim. Askerler sıkça bakarlar ve benimle konuşurlardı.  Bazıları ertesi gün ölürdü."


Savaşın Prensi, 31 Aralık 1943

Kendisiyle ilgili aşağıdaki videoyu da izleyebilirsiniz.




Sergi: Yao Lu'nun yeni manzaraları / İstanbul Modern



İstanbul Modern'de olan bu sergiyi geçen ay gezdim. Sergi Çinli bir sanatçı olan Yao Lu'ya ait. Fotoğraflarını geleneksel çin resmine benzetip, manipülasyon uygulamış. 
Serginin konusu hakkında bilginiz yoksa, sergi alanına girdiğinizde uzaktan fotoğraflara bakınca huzurlu ve güzel gözüküyor. Ancak yaklaştıkça aslında yeşil sandığınız dağların, tepelerin yalnızca ağlarla kaplı olan moloz yığınları olduğunu görüyorsunuz.
Sanatçı, insan ve çevreye verdiği zararı ironik bir şekilde anlatmış. Geleneksel çin resmi ilgimi çekmese de, Lu'nun kültürüyle eleştirmek istediklerini bu şekilde harmanlayarak sunması çok hoş. 


İstanbul Modern'in sayfasındaki sergi bilgilendirmesi;
19 Ocak 2011 - 22 Mayıs 2011
Yao Lu, toz geçirmez yeşil ağlarla kaplı inşaat artıklarını fotoğraflayıp, dijital uygulamalardan faydalanarak geleneksel Çin resmi estetiğini yeniden yaratıyor. Çektiği fotoğraflara pagodalar, evler, kayıklar ve ağaçlar ekliyor ve özenle yaratılmış yeni manzaralar ortaya çıkartıyor.  
2008 BMW Paris Photo Ödülü sahibi Çinli sanatçı, çağdaş Çin fotoğrafını dünyaya tanıtan önemli sanatçılardan biri.  
Küratörlüğünü Engin Özendes’in yaptığı sergide yer alan 31 eserin 11’i 2010 yılında bu sergiye özel olarak yaratıldı.

Sanat haritası



Akbank Sanat'ın sitesindeki haritada, aradığınız galeri, müze ve sanat kurumunu bulmak çok kolay. 
Bulunduğunuz yere yakın mekanları da rahatlıkla görebiliyorsunuz. 
Oldukça kullanışlı.


Kitap: Fotoğraf İdeolojisi / Murat Yaykın


Murat Yaykın'ın Fotoğraf İdeolojisi kitabı, fotoğrafla ilgili okuduğum ilk kitaplardan biri. Fotoğraf ve sanat üzerine birşeyler okuyup bilgisini arttırmak isteyenler için güzel bir seçim, aynı zamanda başlangıç için de iyi bir tercih.
Kitap genel olarak fotoğrafın kendisine, ticarileşmesi ve ikonlaşmasına, temel sanat kavramlarının bir kısmına ve sanat akımlarına değiniyor. Bunları anlatırken bir yandan da fotoğraflarla destekliyor. Ben daha önce görmediğim pek çok fotoğraf gördüm ve ilginç hikayelerini (kapaktaki Che fotoğrafının kiliseye insan çekmek için İsa'ya benzetilerek büyük boy posterinin yapılarak kullanılması ancak daha sonra genç kızların odalarına asmaya başlamasından sonra bu uygulamadan vazgeçilmesi gibi) öğrendim. Tabi fotoğrafın ikonlaşmasının eleştrisini yapan bu kitabın kapağında da böyle bir ikonun kullanılması ironik.

Aşağıda bir bölüm paylaşıyorum. Keyifli okumalar.

Günümüzde fotoğraf, gündelik yaşantının içinde, toplumsal hayatın ve tüm toplumsal sınıfların bir parçası olma özelliği taşıdığından siyasi açıdan da büyük önem arz etmekte. Aynı zamanda bilimin, sanayinin ve kitle iletişimin vazgeçilmez bir parçası olması bizim fotoğrafı ideolojik açıdan incelememizi zorunlu kılıyor.

Görsel kültür; artık her şeye hâkim olduğu, tehlikeli boyutta yaygınlaştığı, hatta her şeyin görselleştiği, günümüze ilişkin genel kabul gören bir açıklama gibi duruyor. Görselleşme öyle noktalara ulaştı ki, kültürlerin karşı karşıya kaldığı ve postmodernizme neden olan bir krizden bile bahsedebiliriz.    

1830’larda fotoğrafın icadından bu güne geçen yıllar içinde teknolojik gelişim; hızlı üretim, çoğaltma, daha çabuk ve çok kitleye ulaştırma gibi kolaylıklar sağlarken, iktidar bu olanaklar sayesinde, ‘görüntünün’ toplum üzerindeki etkisini bildiğinden, kendi hegamonyasını sürdürebilmesi için görsel iletişimin her türlüsünü ve bu arada fotoğrafı da kullandı. –insanı yaşadığı dünyaya yabancılaştırmak, kitle kültürü oluşturmak ve kendi ideolojisini yaymak gibi-
Fotoğraf üstüne yapılan çalışmaların yalnızca fotoğrafa ait bir literatürle tanımlamaya çalışmak, diğer bütün kavram ve metotları kapı dışarı etmek; kendine özgü söylemleri içinde hapsolması anlamına geleceğinden, böylesi bir analiz yetersiz, hatta net söylemek gerekirse yanlış olacaktır. O yüzden fotoğraf ideolojisine girerken hem fotoğrafın aşina olduğu kavramlardan hem de sosyolojinin, felsefenin, politikanın kullandığı kavramlardan yararlanmanın gerekliliği kesindir.

Fotoğraf ideolojisi dediğimiz zaman fotoğrafın icadının çıkış yıllarına, o dönemin siyasal konjonktürüne bir göz atmamız, o çağda "görme"nin yerini alan "görüntü"nün ne anlam taşıdığı ya da görüntüye ne gibi anlamlar yüklendiğini incelememiz gerekiyor. Anımsama, geçmişi kurgulama ve algılama biçimimizi değiştiren fotoğrafın, iktidarla olan ilişkisini irdeleme bize yardımcı olacaktır. Aynı zamanda görüntü, nesnellik, öznellik, gerçek, gerçeklik, estetik gerçeklik, bellek, algı, bellek yitimi, şeyleşme, nesne-özne kopukluğu, imaj, propaganda,  imge, yabancılaşma, kitsch, kitle kültürü, popüler kültür, özdeşleşme, katarsis, oryantalizm, küreselleşme, kültür endüstrisi, hipergerçeklik, simulakr, simulasyon gibi kavramlara ve olgulara ihtiyaç duyacağız ki bugün geldiğimiz çağda görüntünün ( bu kitapta özel olarak değindiğim fotoğrafın) ideolojik yorumunu yapabilelim. Görülecektir ki; bütün bu kavramların ve olguların iktidar ideolojisindeki kullanımı, algıda gerçeğin bozulumuna, tarihin çarpıtılmasına hizmet etmektedir ve aldatılmış ve yaşadığı dünyaya yabancılaştırılmış topluluklar yaratmak düzenin bekası için gereklidir.

Ancak hemen belirtmeliyim ki, saydığım bütün bu kavramların ya da olguların her biri ayrı bir kitap hatta kitaplar oluşturacak kadar derinlikli olduğu aşikârdır.

Bu çalışmamda yapmaya çalıştığım şey; iktidarın dilinde görüntünün nasıl kullanıldığı, fotoğrafın keşfinden beri toplumlar için görüntünün taşıdığı anlamın nasıl değişime uğratıldığını anlatmak ve sonuç olarak fotoğrafçının üretiminde bu bilgilerin yol haritası oluşturmasını sağlamak ve böylece bilmeyerek kitle kültürüne ve iktidarın ideolojisine hizmet etme riskini azaltmaktır. Aynı zamanda kitabımda kullanılan tüm kavramlar ve olgular hakkında çok daha fazla bilgiye merak uyandırmak ve temelde yapmaya çalıştığım görüntü/fotoğraf üzerinde iktidarın oyununu açık ederek bir muhalif bakış oluşturmak çalışmamın amacına ulaşmasını sağlayacaktır.

Kitabın bütününde var olan ana izleği  "algıda gerçeğin bozulumu" meselesi üzerine kurduğum kitabın alt isminden anlaşılmıştır. Bunu yapma gerekliliğini duymamın nedeni bugün geldiğimiz çağda "görme"nin yerini alan "görüntü"nün postmodernizmin hipergerçeklikler yaratmada asal argüman olması, dolayısıyla fotoğrafı kullanması yatmaktadır. Görüntü toplumu oluşturmak postmodernizmin hedefidir ve bunun için görüntünün ana yapı taşı olan fotoğraftan -dolayısıyla televizyon ve sinemadan- yararlanır.

( bilindiği gibi, televizyonda ve sinemada saniyede 24-25 kare fotoğraf hareketliliği sağlar.)

Önemli bir nokta da; belgesel fotoğrafın "gerçek"i yansıtıp yansıtmadığı tartışmaları ile egemen ideolojinin fotoğraf/görüntü dili kullanılarak algıda gerçeğin bozulumunu sağlaması arasında yakın bir ilişki olduğunu ve bu ilişkinin güveni bozan sistem eleştirisi üzerinden tartışılması gerektiğini önemsiyorum. Her zamanki gibi okur eleştirilerini beklediğimi belirteyim.   

Kitap: Fotoğraf Sanatı / Edouard Boubat

Burada okuduğum/incelediğim kitaplarla da ilgili kısa da olsa görüş ve düşüncelerimi paylaşacağım.


Yukarıda resmini gördüğünüz kitabı kütüphanede fotoğraf rafına bakınırken buldum. Genelde fotoğrafla ilgili okuduklarım fotoğraf teorisiyle ilgili oluyor.
Teknikle ilgili bir kitap hiç okumamıştım. Aynı şekilde dergilerde de bu bölümleri takip etmek hiç ilgimi çekmiyordu. Ancak bu durum değişiyor gibi.
Özellikle de elime bu kitap geçtikten sonra...


Kitapta fotoğrafın temel ilkeleri, makine seçimi ve işleyişi, film seçimi, çekim, banyo vb. konular kısa ve öz bir şekilde açıklanıyor. Teknikle ilgili okumak beni sıkarken, bu kitaptaki gösterimler ve sade anlatım sayesinde hiç sıkılmadan okudum kitabı.
Yazının yanında, Edouard Boubat kendi eserlerinden örneklerin de bulunduğu yalın, fotoğrafla ilgilenmeye yeni başlayanlar veya teknik anlamda eksikleri olduğunu düşünenler için oldukça faydalı bir kitap.


Kitabın başındaki Edouard Boubat'ya ait bu fotoğraf bana çok huzur veriyor.